28 Ekim 2015 Çarşamba

ÇIRAK - TESS GERRITSEN


Yazarımızın okuduğum üçüncü kitabı, Rizzoli ve Isles serisinin de ikinci kitabı. Çoğunluğa uymayıp yine geç başladığım bir seri daha…

Sert davranmaya ve kendini kanıtlamaya çalışan kadın dedektif tiplemelerini daima sevmişimdir. Jane Rizzoli’de onlardan birisi. Cerrah’ın peşinden koşarken yaşadıklarını unutamamışken, Dominator ortaya çıkıyor.

Zaten aksilikler hep üst üste gelir.

Kitapta Cerrah’ın bakış açısından anlatılan kısımlar muazzamdı. O hastalıklı ruhu bana hissettirebildi.
Sürükleyici bir tıbbi gerilim romanıydı.

Beğenmediğim nokta, kitap tasarımı. Yorumlarını okumamış olsam, böyle bir kapağa sahip kaliteli roman beklemem. Ha, kapak çok mu önemli? Sadece kapağa bakarak kitap almam ama dikkat çekici olması için önemli bence.

“Kabuslar asla yakanı bırakmaz, diye düşündü. Artık bağışıklık kazandığını, yeterince güçlü olduğunu, onlarla birlikte yaşayabilmek için onlardan sıyrılabildiğini sanırsın. Rolünü nasıl oynaman gerektiğini bilir, hepsini atlatmayı öğrenirsin. Ama o yüzler hep sende kalır. Ölülerin gözleri.”

“Korku ve nefret, her zaman sevgiden çok daha güçlü duygulardır.”

“Tarih kadınların çığlıklarıyla yankılanıp duruyor. Ders kitaplarında, asıl açlık duyduğumuz bilgilerden eser yoktur. Genelde askeri stratejileri ve savaş muharebelerini öğretiyorlar bize. Hangi general ne kadar dahiymiş, hangi ordu ne kadar güçlüymüş. Zırhlı adamların resimlerini gösteriyorlar bize, kaslı vücutları savaş meydanında gerilmiş. At sırtındaki komutanların, biçilmeyi bekleyen buğday tarlaları gibi sıralanmış askerlerine tepeden baktığı tablolar görüyoruz. Muzaffer orduların güzergahını gösteren haritalara bakıyor, kral ve vatan adına söylenmiş savaş türküleri okuyoruz. Askerlerin kanıyla yazılmış zaferler koca koca harflerle yazılıyor tarihe.Oysa kimsenin kadınlardan söz ettiği yok.Ama hepimiz biliyoruz onların da orada olduklarını. Yumuşacık tenleri ve hoş kokularıyla tarihin yaprakları arasında saklanıyorlar. Sözünü etmesek de çok iyi biliyoruz ki, savaşın vahşeti sadece muharebe meydanlarıyla sınırlı değil. Son düşman askeri düşüp savaş kazanıldıktan sonra muzaffer ordunun yöneldiği ilk şey ele geçirilen ülkenin kadınları oluyordu.
Her zaman da böyle olmuştur. Bu vahşi gerçeğin tarih kitaplarında yer almaması bunun olmadığını göstermez.”

24 Ekim 2015 Cumartesi

Pul Biber / Dergi


Didem Madak’ı severim. Kadın sesinin ağırlıkta olduğu dergileri de severim. Pul Biber ise ikisinin birleşimi gibi.

Adını Didem Madak’ın Pulbiber Mahallesi kitabından alan dergiyi, kitapçıda şans eseri gördüm. Alsam mı almasam mı diye düşünürken, birinci sayısı olduğunu görüp kasaya yöneldim.

İyi ki dikkatimi çekmiş!

Arzu Taşçıoğlu, Akasya Asıltürkmen, Ayşen Gruda, Gamze Erzin, Gaye Su Akyol, Gonca Özmen, Janset Karavin, Melike İnci, Mine Söğüt, Nermin Yıldırım, Sevin Okyay, Umay Umay, Yeşim Tabak, Zeynep Aksoy gibi isimlerin yazıları dergide mevcut.

Dergideki tüm yazıları sevdim. Akasya Asıltürkmen’in 'Öyle Şeyler Bize Ters' başlıklı yazısı ise aklımda yer edenlerden biri oldu. Neden? Çünkü sürekli yaşanan bir olay! Kadın hesabı ödemek ister ya da benzeri bir harekette bulunur. Adamdaki cevap: “Böyle şeyler bize ters!” Böyle cevaplar da bize ters, ne yapacağız?


Neyse.

Şu sıralar kitaptan çok dergilere yoğunlaşmış durumdayım. Kitaba uzun süre ayıramamamdan kaynaklanan bir aksama. Dergiyi elime alıp birkaç yazı okuduktan sonra bırakabiliyorum. Ama kitap bırakılmıyor. Bir sayfa daha derken zaman uçuyor gidiyor. Sonuç olarak daha fazla dergi okuyorum.

Bazen okumak, benliğinden kurtulmaktır. Bazense benliğini bulmaktır.
Zeyniler Köyü’nde Çalıkuşu şimdi zaman.
Bir çılgınım,
Kedilerin ruhlarımızı okuduğuna
İnandırmaya çalışan herkesi
Bir elimde tabanca,
Bütün dualarım delik deşik.” 

(Çalıkuşunun  Z Raporu – Didem Madak)


21 Ekim 2015 Çarşamba

UZAK DOĞU MUTFAĞI /DENEME 1


!!

Ehem, Kore dizi ve filmleri kariyerim bundan tam iki yıl önce başladı. Arkadaşımla evde balo saatinin gelmesini beklerken yapacak bir şeyler arıyorduk. Sonra arkadaşımın aklına bana zorla k-drama izletmek geldi. Tabii ki BOF!

O gün sadece yarım saatini izlemiştik. “Bu ne ya? Böyle saçma sapan şeyleri mi izliyorsun sen?” demiştim arkadaşıma.

Demeyin! Bağımlılık yapıyor. Gerçekten.


İnsan o kadar dizi izleyince Kore kültürünü merak etmeye başlıyor. Özellikle büyük bir iştahla yedikleri yemekleri.

Kitap Eylemi(unnnniiiiii) ile birlikte“Zaman Kore yemeği deneme zamanıdır!” nidalarıyla Kore restoranına gitmeye karar verdik. Market Noodle’yla  başlayan maceramızı genişletecektik.

Soluğu Han Sarang’da aldık. Restoran seçimimizin nedeni okuluma yakın olmasıydı.

Her yerde kitap okuyabilirim.

Restoranın sahibi bizi iyi karşıladı, hatta sanırım sohbet edecekti lakin; ben olanca sazanlığımla ‘Üst kata geçebiliyor muyuz?’ diye lafı adamın ağzına tıkayınca, sohbet yalan oldu.

Heyecanlı bir şekilde menüyü inceleyip birer yemek seçtik. Amaç denemek tabii. Ramen yokmuş, birkaç aydır Kore’den erişte getiremiyorlarmış. Bu durumda biz de bulgogi ve dak bokkeum sipariş ettik.


Dak bokkeum, soslu tavuk. Koreli arkadaşım bana sürekli fotoğrafını yolluyordu, ben de merak etmiştim. Hata etmişim. Tavuk tatlı! Ayrıca tavuk parçaları tavuktan çok ekmeğe benziyordu. İki yudumdan fazlasını yiyemedim.

Bulgogi, dana etinden yapılmış bir yemek. O da tatlı ama dakbokkumun yanında tatlılığı fark edilmiyordu.

Mezelerden patates olanıyla karnımı doyurmaya çalıştım.
Diğer mezeler: kimchi, patlıcan(denemedim), turp turşusu.


Damak zevkimizi genişletememiş , Kore ziyareti hayallerimizi bir müddet daha ertelemiş olarak fakat "iyi ki denedik " düşüncesiyle çıktık restorandan .


Bitmiş hali.

19 Ekim 2015 Pazartesi

DÖNÜŞÜM - FRANZ KAFKA


Herhangi bir sabah uyansanız, tek bir sorun dışında her şey normal olsa… Ta ta ta taam! Böcek olmuşsunuz. Kocaman bir gövdeniz ve bir sürü ayaklarınız var.
Gregor Samsa, huzursuz düşlerinden uyandığında bu olayı yaşıyor.

Tramvayda okuduğum ilk yarısı, böcekten iğrenmekle geçti. O sırada Gregor ise yavaş yavaş insan olduğunu kavramaya başlıyordu.

Şaşkın, insanları anlamaya çalışıyor.

İnsanlığını fark edememiş bir insan ve ailesi için çalışıp didinerek geçen hayatı… Gregor Samsa kendisi için bir şey yapmış mıdır? Modern yaşamın ve kapitalizmin sonucu olarak para kazanıp, nefes almaya devam etmiş ama kişiliğini kaybetmiş midir?

Belki de ben de böcekleşiyorumdur. Toplumca böcekleşiyoruzdur.

Dönüşümü sadece Gregor geçirmiyor tabii ki. Elimizde bir de aile var. Ailenizden biri böceğe dönüşse ne yapardınız? 

Kafka bizi, zor sorularla baş başa bırakıyor.  

“Şu sabahları erken kalkmak yok mu,” diye geçirdi içinden, “insanı tamamen aptallaştırıyor. Oysa insan uykusunu alabilmeli.”


“Müzikten böylesine etkilendiğine göre, bir hayvan olabilir miydi?”

15 Ekim 2015 Perşembe

MUHTEŞEM GATSBY - F.SCOTT FITZGERALD


“Ah o yeşil ışık!” diye haykırmak istememe neden olan kitabımız, 1920’lerde geçiyor.

Gatsby, muhteşem olan, aranıp bulunamayan erkek modeli. Aşkına sadık, inatçı ve biraz da çılgın… Cafcaflı partiler verip, sevdiğini bekliyor.

Beklemek her zaman güzel midir?

Kitap, çağdaş dünya klasiklerinden ama okurken klasikmiş gibi hissetmedim. Gayet akıcı, kolay okunabilen bir eser.


Filmini izleyip ardından kitabı alan ben, Gatsby’i Leonardo DiCaprio’dan başkası olarak hayal edemedim. Elinde kadehi, arka planda havai fişekler, en güzel takım elbisesini giymiş, satırların arasından bana doğru bakar gibiydi.

Gatsby bana göre saplantılı bir karakter ve Amerikan Rüya’sının çöküşünün temsili. Sevdim mi derseniz, evet Gatsby sevdiğim karakterlerden biri oldu.


“İnsan davranışlarının yaslandığı yer sağlam kayalar da olabilir, kaygan bataklıklarda; ama neye yaslandığı bir yerden sonra çok da umurumda değil.”


12 Ekim 2015 Pazartesi

GÖLGE - NEIL JORDAN


Yazarımız aynı zamanda ünlü bir yönetmen ve senarist. İrlanda Tarihi ve İngiliz Edebiyatı bölümünü bitirmiş. Filmlerinden maalesef ki sadece Vampirle Görüşme ve İlahların Aşkı’nı izledim.

Gölge arkadaşımın bana hediyesi. Arkadaşımın kitaplığını incelerken, konusuna bakıp “Aaa, ilginç bir kitap gibi, okudun mu?” diye sordum. Arkadaşım da ‘tarzına uymayan bir kitap’ olduğunu söyledi. “Al senin olsun.” dedi. Canıma minnet! Kocaman teşekkür ediyorum.

Dikkat çekici bir kurguyla başlayan Gölge, devamında aynı istikrarı gösteremiyor. Okuma hızımı arttıracağını düşünürken, beni hayal kırıklığına uğrattı.
                     
Olaylar, olay demek ne derece mantıklı bilemiyorum, çok yavaş ilerliyor ve kitabın başlarında sevdiğim anlatım şekli, düğümleniyor. Karışıyor. Orijinal dilinde de böyle midir, bilemiyorum.

Bitirince düşündüğüm şey “Evet beklediğim gibi mükemmel değildi ama okunabilirliği de var.” oldu.


“Miss Havisham, tüm saatleri durmuştu onun. Peki madem zaman durdu, ben hatırlıyor muyum? Hayır; o donmuş kitapların içindeymişcesine, sonunu benim yazmadığım, yazmayı doğru dürüst öğrenememiş birinin benim adıma yazdığı kitabı okuyorum. Bölümlerine başlıklar yazıyorum, var olmayan sayfalarını çeviriyorum, öyküde yaşıyorum, öyküde mutlu oluyor, öyküde ağlıyorum ve öyküde ölüyorum, ama sonunu değiştirebiliyor muyum? Kesinlikle hayır. Onu son başlattı ve başlangıçta bitirdi.”


“Ama anımsamak nedir sence Gregory? Acaba geçmişi, hatırlanan tüm ayrıntılarıyla yeniden ziyaret etmek midir yoksa o kısacık anı, anımsayamadığımız o kısacık hayati anı bulmaya çalışmak mı?”


10 Ekim 2015 Cumartesi

BAYAN PEREGRINE'İN TUHAF ÇOCUKLARI - RANSOM RIGGS



Reklamlarını gördüğümden beri okumayı istediğim bir kitaptı. Kitap hakkındaki yorumlar da olumluydu, böylece en yakın zamanda alıp okumak farz olmuştu.

Aldım. Başladım. Pıtı pıtı okurken, bir baktım kitap bitmiş. Öylesine akıcıydı.

Olaydan çok, eski fotoğraflar ilgimi çekti. Koleksiyonculardan ödünç alınan fotoğrafların bazılarında çok az rötuş varmış. Kalanı tamamen özgünmüş.



Fotoğraflar olayın gerçekçiliğini arttırmış, 
arkadaşlarımla “Olabilir mi böyle bir şey?” sorusunu sormamıza neden olmuştur.  

Peki, fotoğrafları çıkarsak kitap nasıl olur? Kitaptan geriye pek fazla şey kalmaz, etkileyiciliğini yitirir.

Bir bütün olarak güzel ve akıcı olan kitabımızın, devam kitapları varmış ve yakında Türkçeye çevrilecekmiş.


Bekliyoruz. J


5 Ekim 2015 Pazartesi

’SALEM’S LOT - STEPHEN KING


’Salem’s Lot, Türkçeye çevrilmiş haliyle Korku Ağı, yazarımızın üçüncü kitabı, 1975’de kaleme alınmış. Artık Türkçe baskısı bulunmamakta.

Konumuz klasik, gizemli bir ev, roman yazmak için kasabaya gelen yazar ve takip eden olaylar. Ayrıca kitapta karakter bolluğu vardı, isimleri karışmasın diye geri dönüşler yapma zorunluluğu hissettim. Her karakterin günlük yaşamını okumak kitabı durağanlaştırmıştı.

Stephen King’i severim çünkü en olmadık şeylerle beni korkutabiliyor. ’Salem’s Lot ise korkuttu mu? Hayır. Sürükleyici miydi? Hayır. Üslubunu eleştirecek kadar İngilizce kitap tecrübem yok ama olmamıştı be King!

Yazarımızın kitaplarını hamburgere benzetmek istiyorum. Her hamburger yiyişimde, aslında o kadar lezzetli değil, neden yiyorum ki diye düşünürüm. Ama aradan birkaç hafta geçsin, hamburgeri sevdiğim fikri beynime yerleşir. Yeşil Yol ve Hayvan Mezarlığı'nı hariç tutuyorum tabii ki.


Asıl sorumuz, bittiği için sevindiğim kitaplardan mı? Üzgünüm ama cevap evet!

“Some things are worse than death”
“Horror is destroyed by boredom. Love is a dream.”


2 Ekim 2015 Cuma

Film: Küçük Prens


“Aaa Küçük Prens gelmiş, bir ara gidelim.”

“Ders saatlerimizi ayarlayalım da Küçük Prens izleyelim.”

“Ne zaman gidiyoruz yaaa?”

Benzeri konuşmaların sonucunda izlemeye gidebildik.  Dört seansı iyidir, ortak noktamızdır diyerekten, koştur koştur filme yetiştik.

Bir de sabah sinemaya gideceğimizi unutup Küçük Prens tişörtümü giymişim iyi mi?! Artı üstüne de çikolata döküldü, tam oldu!


“Çocuklar, yetişkinlere daima büyük bir hoşgörü göstermeli.”
Filmin ilk yarısı kitapla daha ilişkiliydi. Hatta kitabın tamamını ilk yarıda anlatmışlardı ve ikinci kısım yeni bir kurguydu.

Fragmanını bile izlemeden giden ben, film arasında daha farklı bir film beklediğimi yine de bu versiyonundan da hoşlandığımı düşündüm.

Sonunda ise gözler yaşlı “Harikaydı be!”diyerek salondan çıktık.


Ağlattı. Küçük Prens hep ağlatır zaten…

Artık şehirlerde yıldızları göremiyoruz ve Küçük Prens’in kahkahalarını duyamıyoruz.

Gerçeğin mayasını gözle görebildiğimize inanıyoruz.

Büyüyoruz ve unutuyoruz.