Merhaba blogdaşlarım,
Üzülerek
fark ettim ki bloguma bu yıl hiç post yazmamışım. Yazılarımın çalınmasının
hevesimi kırmasının yanında, iş hayatına başlamış olmamın da etkisi var bu
durum üzerinde. Neyse, yıprandık ama pes de etmedik. (Acaba?)
Geçen gün
Kurak Günler’i izleyip, konuşacak kimseyi bulamayınca blogum burnumda tüttü.
Şimdi aktif olarak blog yazıyor olsam fikirlerimi paylaşır ve sizlerle
yorumlaşırdık diye düşündüm. Bu düşünceyle biraz gaza gelmiş olsam da harekete
geçip fikirlerimi yazacak enerjiyi kendimde bulamadım. Bazı günler kıpırdayacak gücü bile kendimde bulamıyorum, sadece öylece
durup olayların benim dışımda gelişmesini bekliyorum. Bilgisayar yerine
kağıt kalemle yazmaya kalkıştığımda ise birkaç cümleden sonra kağıda boş boş
bakmaya başladım. Dilekçeler dışında yazma yetimi kaybettiğimden şüphelendim.
Bugün de bu yazının sonunu getirip yayınlayabilecek miyim, emin değilim. Umudumuzu
baki tutarak devam edelim.
Kurak
Günleri oyunculuk anlamında beğendim ama Selahattin Paşalı ve Ekin Koç
arasındaki etkileşimi hissedemedim. Benim
dışımda herkes hissetmiş gibi. Filmde hukuki hatalar vardı ama hiç Anadolu
kasabasında bulunmadığım için uygulamaya hakim değilim. İstanbul’da bile teori
ve pratik arasında o kadar fark var ki… Film bana yazın sıcağını, bozkırın
kuraklığını buram buram hissettirdi, aynı zamanda filmi izlerken çok gerildim.
Açık sonu ve olayların havada kalması beni rahatsız etti, bu kadar belirsizliği
çok sevmiyorum. Kurak Günler eğer yabancı bir film olsaydı beğenmeyeceğim ve
eleştireceğim bir yapım olurdu ama filmde anlatılanlar o kadar yaşadığımız
gerçeklikle iç içe ki insan sadece üzülebiliyor.
Dizi olarak
ise dün bitirdiğim Maid’den bahsedebiliriz. Bana mektup arkadaşım önermişti ve
zaman zaman üzülerek, bazen de gururlanarak izlediğim bir dizi oldu. İstismara
uğrayan kadınların Alex kadar şanslı olmasını dileyerek sizlere de tavsiye
edebilirim.
Pek kitap
okuyamıyorum. İşten eve yorgun argın dönüp, yemek yerken izlediğim çerez
dizi/filmlere akşamın ilerleyen saatlerinde de devam ediyorum. Akşamları kitap
okuduğum zamanlarda genelde uyukluyorum. Bu nedenle yolda geçen 45 dk – 1
saatimi değerlendirmek için e-book okumaya çalışıyorum, metronun
kalabalıklığında kitabı fiziken çıkarıp okumak gerçekten zorlayıcı oluyor.
Bazen kitabı tutacak alan bile olmayabiliyor. Yolda geçen zamanıma çok acıyorum. Aktarma yaparak gittiğim için
insanların sıra olmayı bilmemesine, inenlere öncelik vermemesine, itişmesine
daha çok tanık oluyorum ve bu düzeysizlere bakıp mutsuzluğuma mutsuzluk
katıyorum. Mayıs ayına kadar okuduğum kitaplardan en çok Sana Gül Bahçesi
Vadetmedim, Kırmızı Karanfil ve A Boy Worth Knowing’i beğendim.
Yakın
zamanda gezdiğim yerlerden de İstanbul Modern’deki NBC sergisini ve
İstiklal’deki Casa Botter’i tavsiye edebilirim.
Evet, bende
havadisler bu şekilde. Hayat bazen zor, bazen daha da zor. Seçim akşamında
yapılan ve gece bire kadar süren konvoy yüzünden Boncuk strese girdi ve hasta
oldu. Umuyorum ki en kısa zamanda iyileşecek ama evcil hayvanının hasta olması
insanı çok etkiliyor. Onun yerine ben olsaydım keşke, şikayet etmezdim…
Bir dahaki post’a kadar kendinize iyi bakın. Sevgiyle.