30 Ekim 2019 Çarşamba

CEZA SÖMÜRGESİ - FRANZ KAFKA

79
Kırmızı Kedi Yayınları
Çeviri: İlknur Özdemir
55 sayfa

Kafka’yı ne kadar sevdiğimi biliyorsunuz, karamsar olduğum zamanlarda Kafka okumaktan da ayrıca keyif alıyorum. Biraz kitaplarını tüketmenin hüznünü hissediyorum. Canım Kafka… Neyse ki defalarca okuyabilme eklentisiyle dünyaya gelmişim. Bu cümleyle ferahlayalım çünkü kitabı okurken geçen süre boyunca rahat nefes alma imkanı yok.

Ceza Sömürgesi, Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı dönemde yazılmış. Kitapta, ceza sömürgesine gelen bir gezginin gözünden bir infaza tanık oluyoruz. Konunun işlenişi bana Dava’yı andırdı.

Kafka’nın dünyayı en doğru yansıtan yazarlardan biri olduğunu düşünüyorum; adaletin aslında adaletsizliği, temel hak ve hürriyetlerden söz etmek mümkün değil, nerede savunma hakkı suçunu bile bilmezken… Ceza Sömürgesi 55 sayfa ama her sayfası çok etkili. Alet’in ve çalışma mekanizmasının anlatıldığı kısımlarda ciddi olarak midem bulandı. Sadece Kafka bir alet üzerinden toplumu ve sistemi eleştirip bu kadar etkili yazabilirdi. Ayrıca küçük bir ironi: kitabı Türk Anayasa Düzeni dersinin aralarında okudum.

“Bu makine pek çok bileşenden oluşuyor, şurasında burasında bir şeyler kopuyor ya da kırılıyor; ama bu, bizim makine hakkındaki genel düşüncemizi etkilememeli.”



25 Ekim 2019 Cuma

SEVDALİNKA - AYŞE KULİN

78
Everest Yayınları
336 sayfa


Bu kitabı okumayı Saraybosna’ya gittiğimden beri istiyordum ama biliyorsunuz ki genelde hemen okuyamıyorum. Neden böyle yapıyorum ki? Neyse, içsel tartışmalarımı es geçelim.

Sevdalinka, sevda şarkıları demek. Ayşe Kulin bu kitabında Saraybosna’da yaşayan bir gazetecinin gözünden Bosna Savaşı’nı anlatmış. Okurken gözlerim doldu hep. Sarajevo’ya tekrar gitmiş gibi oldum ve gözümde hep Ulysses’ Gaze filminden sahneler canlandı.

Sevdalinka’ya dair eleştirim şu: Tarihi gerçeklikler romanın hikayesine iyice sindirilememişti, zaman zaman vikipedi okuyormuş hissi verdi. Bosna Savaşı hakkında bilgilendirmek için güzel bir yol olabilir ama roman için pek uygun değil sanki.

Yine de ben kitabı sevdim, ana karakterlerden çok hoşlanmama rağmen sevdim çünkü konu güzel. Savaşın getirdiği kötülükleri, insanların adeta canavarlaşmasını, halkın çektiği acıları hatırlamak için okunmalı.

Dipnot: Dinlemek isteyenler için buraya bir sevdalinka bırakayım: Tık.

Umut Tüneli, 2017

“İstanbul, ayrı düşen ana oğullar, karı kocalar, kardeşler, sevgililer demekti. Sönen ocaklar, solan bahçeler demekti. Dönüşü olmayan gidişler, hasreti dinmeyen gurbetler demekti. Ne zaman birileri gitmeye kalksa Bosna topraklarından İstanbul’a doğru, acı ve özlem eşli ederdi gidene, sonsuza kadar.”

“Bir yanardağ, sadece kendi yüreğinde patlayıp sönmüştü ve söndüğünde külleri sadece onun gönlünü mezara çevirmişti.”

“Batı insan haklarını, son Müslüman da can verdikten sonra hatırlar.”

“Geçecek bunlar. Hepsi geçecek Raif,” dedi. “Bir gün çok acı görmüş insanlar olarak yaşlanacağız. Anılarımızın arasında, mutlu resimler de olacak, eminim. Hayattan vazgeçme. Sakın vazgeçme.”



23 Ekim 2019 Çarşamba

Yaşamdan Kareler: Abdülmecid Efendi Köşkü İçimdeki Çocuk Sergisi



Bugün çok güzel bir etkinlikle geldim buraya. Eğer İstanbul’da yaşıyorsanız, 10 Kasım’a kadar gezin, kaçırmayın.

Abdülmecit Efendi Köşkü’nde 16. İstanbul Bienali kapsamında Ömer M. Koç’un koleksiyonundan eserler sergileniyor. Teması: İçimdeki Çocuk.



Sergide birçok sanatçının eseri var ama benim gitme nedenlerimden biri Antoine de Saint-Exupery’nin orijinal Küçük Prens çizimleriydi.


Sergi pazartesi hariç saat 11.00-19.00 arasında açık. Biz saat üç gibi dersten çıkıp gittik. Üsküdar’dan Abdülmecit Efendi Köşkü’ne giden dolmuşlara bindik. Altunizade metro durağı da köşke çok uzak değil, dönüşümüzü de öyle yaptık.



Gittiğimizde biraz sıra vardı ama hızlı ilerliyor. Köşkün dışını inceleyerek beklemek bile keyifli. Sergi kadar köşkü de büyük bir zevkle gezdik, hayran kaldık.

İstanbul’da yaşamanın en güzel yanı bu sanırım, negatif yönleri böyle etkinliklerle silinip gidiyor.


Size Kentleşme dersinin makalelerinden birinde okuduğum ve beğendiğim bir paragraf bırakayım postu bitirirken: “En büyük paradoksları bile 20. yy çıkarmadı mı karşımıza? Bu kadar kalabalıklaştığı halde dünyamız, bu kadar yalnız kaldığı olmamıştı insanın. Büyük şehirlerde milyonlarca kişiyle birlikte yaşıyor insanlar, oysa dolmuşta oturduğu adamı tanımıyor ya da otobüste ayağına basanı ömründe ilk kez gördüğü halde kim olduğunu merak etmiyorlar. İnternet aracılığıyla milyonlarca kişiyle konuşacak kadar sosyal, günlerce evden çıkmayacak kadar yalnızız.”


20 Ekim 2019 Pazar

SOKAK KEDİSİ BOB - JAMES BOWEN

77
Yabancı Yayınları
Çeviri: Işıl Karahanoğlu Zaimoğlu
226 sayfa


Sokak Kedisi Bob’u az önce bitirdim ve insanın içini sımsıcak yapan, umut aşılayan kitaplardan birisi olduğuna karar verdim.

Okurken hep kendimi Christmas için süslenmiş bir evdeymiş gibi hissettim. Kaloriferin yanında, etraf renkli ışıklarla bezeli, huzur içinde okurken sanki dışarıda da kar yağıyormuş gibiydi. Aslında bu hissin kitapla ilgisi yok, sadece böyle bir ortamın hayali beni mutlu ediyor ve kitap da aynı duyguları uyandırdı.

Kitabın bir kısmını köyde okudum. Güneşli ekim günlerinden biriydi. Babaannemler balkabaklarını toplamış ve evin önüne dizmişler. Sarman ve yavruları –Peynir ile Zeytin- kabaklarla oynuyorlardı. Kuşların cıvıltıları duyuluyor, evin karşısındaki kırlık alanda bir at ve eşek geziniyordu. Ben de sundurmada kitabımı okuyordum. Huzurluydu.

Sokak Kedisi Bob, James Bowen ile Bob’un hikayesi, dünyaya karşı nasıl birlikte durduklarının, direndiklerinin kanıtı. Hayattaki yol ayrımlarını ve o ayrımları önümüze çıkaran güzel tesadüfleri kaçırmamamız dileğiyle…

Yazımı bitirmeden fotoğraftaki bebeklerden de bahsedeyim. Kapağında üstüne yatmış olan Tekir, aslında onlar üç kardeşti. İki tekir ve bir kara, onlara Kara Kız ve Tekir Kızlar diye seslenirdim. Diğer kardeşleri nerede bilmiyorum, sahiplenilmişlerdir diye umut ediyorum. Tekir ise bizim apartmanda takılıyor ve hayvan düşmanı komşulara karşı direnmeye çalışıyor. Kabaklarla birlikte duran ise Peynir, bu yaz minicikti şimdi neredeyse annesi kadar oldu. Çevremizde dolaşmasına rağmen hala kendisine dokundurmuyor, yabani prenses :)

Kitapla ve kediyle kalın, güzel pazarlar!

“Bir yerlerde meşhur bir alıntı okumuştum. Yaşadığımız her günün bize sunulan ikinci bir şans olduğunu söylüyordu. Bunu değerlendirmek elimizdeydi aslında, ancak çoğunla yapmıyorduk.” /Giriş paragrafı sizce de çok güzel değil mi?

“Bob ile duygusal yakınlık kuran sadece ben değilim. Tanıştığı hemen hemen herkesle arkadaş oluyordu sanki. Bu kendimde de olmasını dileyeceğim bir yetenekti. İnsanlarla iletişim kurmayı hiçbir zaman o kadar kolay becerememiştim.”


17 Ekim 2019 Perşembe

KIRDIĞIMIZ OYUNCAKLAR - SUNAY AKIN

76
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
182 sayfa


Bu yaz Sunay Akın’ın programını izleme fırsatım oldu. Canlı izleyince ayrı sevdim ve İş Bankası’nın kitapevinde dolaşırken Kırdığımız Oyuncaklar’ı almaya karar verdim. Bilirsiniz ki oyuncakları hala pek severim.

Kitap aslında Sunay Akın’ın konuşması gibi ilerliyor. Bir konuyla başlıyor, oradan başka konular geliyor, ilk konuyla son bulabiliyor. Aslında izlerken çok keyifli ama okurken ben konuların daha sistematik bir biçimde ilerlemesini seviyorum.

Kırdığımız Oyuncaklar’da her bölüm bizi farklı kişilerin ve oyuncakların hikayesine götürüyor. Güzel bilgiler öğretiyor, hepsi aklımda kalmaz muhtemelen ama heybemizdekilerle yola devam edelim.

“Kış, beyaz bir oyuncaktır çocukların ellerinde. Karın yağmadığı, saçakların buzdan dişlerini takmadığı bir kış mevsimi, oyuncaksız bir çocuk odasından farksızdır.”

“Yaşamın katılığı, kirliliği karşısında bir ada ararız sığınacak… Sanço Panço, bir ada bağışlayacağı umuduyla koşmamış mıdır Don Kişot’un ardından?..”


7 Ekim 2019 Pazartesi

OĞULLAR VE RENCİDE RUHLAR - ALPER CANIGÜZ

74
İletişim Yayınları
204 sayfa

Bir süredir Alper Canıgüz okumak istiyordum. 30 Ağustos’ta memlekette bir festival havası vardı ve stantlar kurulmuştu. Doğa ve Hayvanları Koruma Derneği de ikinci el kitap satıyordu. Hikayenin gidişini anladınız değil mi? Oğullar ve Rencide Ruhlar’ı orada görüp aldım.

Kitabın giriş paragrafı favori girişlerimin içinde yerini aldı. “Beş yaş insanın en olgun çağıdır; sonra çürüme başlar.”

Kahramanımız Alper Kamu çok orijinal ve ilginç bir karakter olmuş. Kendisi büyümüş de küçülmüş, gerçi çoğu büyüğün sahip olmadığı bilgi hazinesine sahip bence. Kitabı polisiye diyerek sınırlamak istemiyorum çünkü içinde yok yok!

Oğullar ve Rencide Ruhları okurken aklımdan sürekli “Neden daha önce okumadım?” sorusu geçti, yazarın diğer kitaplarını da alacağım, umuyorum ki kısa zamanda.

“Okulda insanın asıl öğrenmesi istenen, anlatılan dersler değil ders anlatılırken susması gerektiğidir.”

“Gerçek acı sessizdir.”

“Hiçbir şey, hiçbir zaman iyiye gitmezdi. Sadece insan için daha rafine sarhoşluk yöntemleri geliştirmek mümkün olabilirdi.”



4 Ekim 2019 Cuma

NOTRE DAME'IN KAMBURU - VICTOR HUGO

73
Akvaryum Yayınevi
Çeviri: Sevil İnan Sönmez
454 sayfa


Postuma kitaba bayıldığımı söyleyerek başlamak istiyorum yoksa kitaba haksızlık olur. Notre Dame’ın Kamburu’nu çok sevdim!

Kitap, Cansu ile ortak okuma listemizdekilerden biriydi. Küçükken çocuklar için olan basımını okumuştum, tam versiyonunu merak ediyordum. Reading slump döneminde olduğumuzu söylemiştim. O yüzden ilk sayfaları uzun sürede okudum.

Her şerde bir hayır vardır sözü bu hafta yine kendini gösterdi. 2-3 saat süren ders aralarım var –sürekli şikayet ettiğim aralar- ve o aralarda kendimi kitaba kaptırdım. Tadını alınca, elinizden bırakamıyorsunuz.

Notre Dame’ın Kamburu’nu Akvaryum Yayınevi’nden okudum. Biraz tereddütle başladım; kitap evde bu yayınevinden mevcuttu, yenisini almadan denemeye karar verdim. Hasan Ali Yücel’le karşılaştırdığımda bölüm başlıkları eksik mesela, sadece numaralandırılmış. Başka ne gibi farklar var bilmiyorum. Bu yüzden ileride farklı bir yayınevinden tekrar okumayı planlıyorum.

“Gün ışığı, herkesin malıdır. Ne diye bana yalnız geceyi veriyorlar?”

“Bazen karanlık o kadar koyu olur ki, Tanrı bizi görmüyor sanırız. İşte böyle zamanlarda, kendimi sorguya çekmiştim hep.”

“Oysa ben, zindanı içimde taşıyorum. İçimde kış var, buz var, umutsuzluk var. Ruhumu gecenin zifiri karanlığı kaplamış. Çektiğim acıyı biliyor musun?”

“Çünkü sevgi denen şey, bir ağaca benzer. Kendiliğinden yetişiverir, köklerini bütün benliğimize salar. Anlaşılmaz yanı şudur ki, bu sevgi ne kadar körse, o kadar da inatçıdır. Akıl, bilinç gibi şeylere sahip olmadığında da inadına güçlenip sağlamlaşır.”