29 Mart 2020 Pazar

YAŞAR NE YAŞAR NE YAŞAMAZ - AZİZ NESİN

25
344 sayfa

Ah Yaşar ne çektin be! Tüm kitabı bu nidayla okudum sevgili blogcanlar.

Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz, nüfus kâğıdı olmayan Yaşar Yaşamaz’ın başına gelenleri anlatıyor. Nüfusta yapılan bir hata yüzünden tüm işleri ters gidiyor. Kitap güzel bir bürokrasi eleştirisi ve kara mizah.

Koronanın getirdiği endişeli psikoloji nedeniyle ben daha çok kara kısmına odaklandım sanırım, genelde Yaşar’ın başına gelenlere üzüldüm. Bürokrasinin çok değişmemiş olması da beni şaşırtmadı. (Staj yaparken süreçle ilgili bir şeyler anlatılıyordu ve bana “bürokrasi işte” dediğim için çıkışmışlardı. Artık Voldemort’un adını kullanmamaları gibi Kim Olduğunu Bilirsin Sen demeliyiz herhalde)

Kitap romandan ziyade birbiriyle bağlantılı hikâyeler gibiydi. Yer yer tekrara düşmeler vardı ama ben zamana yayarak okuduğum için sorun teşkil etmedi. Güzel bir Aziz Nesin kitabıydı.

“Dünyada hiçbir deli, ben deliyim diyecek kadar deli değildir.”

“Mahkemelerde birbirlerine her horozlanan avukat birbiriyle küsüşseydi, selamlaşacak iki avukat kalmazdı ortada.”

“… heryerin hiçbir yer, her zamanın da hiçbir zaman demek olduğunu anlayamamışım. Görüşmek istemediğin adama, “Heryerde seni bekliyorum, herzaman gel!” diyeceksin.”  

“Bir insan pekçok türlü ölür: Hukuki olarak ölür. Siyasi olarak ölür. Fizik olarak ölür. Psikolojik olarak ölür. İnsanın tam olarak yaşayabilmesi için, bunların hepsini birden yaşaması gerekir.”

“İnsan kendini görmüyor da, başkalarını görüyor.”

27 Mart 2020 Cuma

RÜZGÂRI DİZGİNLEYEN ÇOCUK - WILLIAM KAMKWAMBA

24
Martı Yayınları
Çeviri: Selim Yeniçeri
380 sayfa

Şimdi bir zaman makinesi hayal edelim ve 7.12.2012 tarihine gidelim. O zamanlar liseli olan ve okulun düzenlediği Ankara-Eskişehir gezisine katılan Elif’e merhaba diyelim. Ankara’ya tekrar gittiği için mutlu, Ankara’yı seviyor ve ODTÜ’ye gittikleri için de heyecanlı. Fakülte tanıtımlarından bir sürü broşür topluyor, kendisinin eşit ağırlıkta olduğu gerçeğini göz ardı ederek. O zaman da hayatın gerçeklerini geri plana itmek konusunda başarılı. ODTÜ’deki kitapçıyı gezerken, tabii ki kitap almaya karar veriyor ve Rüzgârı Dizginleyen Çocuk’u seçiyor. Bu kitap yıllarca okunmayı bekliyor, Elif büyüyor, Ankara’yı sevmiyor, üniversiteye devam ediyor, korona günleri gelip çatıyor. Bu yıllarda pek çok şey değişiyor ama kitap sevgisi değişmiyor.

Rüzgârı Dizginleyen Çocuk gerçek bir hikâye. William Kamkwamba memleketi Kasungu’da geçen günlerini, arkadaşlarını, yokluğu, kıtlık zamanlarını ve zorluklara rağmen evine elektrik getirmesini anlatıyor. Halkta bilim yerine büyüye olan inanca uzun sayfalar ayırmış.

Kitapta Ted konuşmasına katıldığını anlatmış ve sonrasında ben de ilk konuşmasını izledim. İngilizcesi çok iyi olmadığı için utandığını, heyecandan söyleyeceği şeyleri unuttuğunu yazmış ancak alkışlardan sonra kendisini oraya ait hissettiğini çünkü onu anlayabilecek insanlarla olduğunu belirtmiş. Bu konuşmayı izlemek isterseniz tık.

Sıfırdan bir şeyler üreten bir kişi William… Kitap vazgeçmeme, olumsuzluklara direnme mesajı veriyor hep. Afrika’daki günlük yaşam hakkında da bilgiler kazandırıyor. Benim için ilginç bir okumaydı, Afrika’yla ilgili detaylı bilgim yoktu. Kitabın verdiği mesaj da güzeldi. Arka kapaktaki yorumlar kadar olmasa da kitabı sevdim.

“Artık hepimiz bu konuda gülüşüyorduk, çünkü insan ancak iyi zamanlarda kötü günleri kabullenir.”

“Dışarıdaki dünya ne kadar yabancı olursa olsun, kendimi ne kadar yalnız hissedersem hissedeyim, kitaplar bana evimi, mango ağacının altında oturduğum zamanları hatırlatıyordu.”

“Yapmak istediğin şey ne olursa olsun, bütün kalbinle yaparsan, olacaktır.”



25 Mart 2020 Çarşamba

İNCİR KUŞLARI - SİNAN AKYÜZ

23
Alfa Yayınları
318 sayfa

İncir Kuşları övgüsünü okuyup aldığım bir kitaptı. Almamın üzerinden yıllarla ölçülen bir zaman dilimi geçmiş de olabilir ama bu gerçeği görmezden gelelim.

İlk defa Sinan Akyüz okuduğum için ne beklemem gerektiğini bilmiyordum. Dilini çok basit buldum. Bu benim için rahatsız ediciydi ve kitabın başındaki “Bu kitap hayal ürünü bir roman değildir. Tamamen gerçeklere dayanmaktadır.” ibaresini unutturuyordu. Kurgu kokuyordu.

İncir Kuşları 163. sayfaya kadar bana çok gerçekçi gelmeyen bir aşkı anlatan basit bir romandı ancak sonrasında savaş kendini gösterince etkileyiciliği arttı ve kalbim kırıldı. 1991-1993 yılları arasında Bosna’da yapılanları konu alıyor. İnsanların nasıl bu kadar acımasız, nefret dolu olduğunu anlayamıyorum. Umarım hiçbir zaman da anlamam.

Peki, neden kitaptaki aşkı yapmacık buldum? Rüyada görülen kişiye aşık olunması daha başta ilişkiyi hayali düzeye taşıdı bence. Sonrasında ise diyaloglar… “Seni beklerken de hasretinle yanan dudaklarımın arasından senin yüreğine kendi yaşam özümden üfleyeceğim.” Hı? Tamam, oldu o zaman.

İncir Kuşları’na Goodreads’de 3 puan verdim. Kitabın içindeki aşkı, yazarın dilini pek sevmedim ama ikinci yarısında savaşın kadınlara yaptıkları, komşunu bile canavara dönüştürmesi okunmaya değerdi. Savaş yanlılarına okutmak gerek aslında, savaşın içinde olmak nasıl bir şey görsünler.  

“Bana göre hayallerin olmadığı bir dünya, çiçeksiz bir bahçe gibidir.”

“Konuşmak tehlikeli… Susmak günahtır…”

“Savaş buydu demek ki! Anormal olan şeyleri nasıl da normalmiş gibi görmeye başlamıştık.”



23 Mart 2020 Pazartesi

SEHER - SELAHATTİN DEMİRTAŞ

22
140 sayfa


Seher’i merak ediyordum. Olumlu yorumlar görünce de Eylemcan ile listemize almıştık, böylece okuduk.

Seher, zaman zaman Demirtaş’ın anılarını da içeren öykülerden oluşuyor. Kitap hızlı okunabiliyor çünkü dili çok basit. Bu benim için eksi bir yöndü, edebi açıdan tat vermedi.

En sevdiğim hikâyeler Ah, Asuman! ile Tarih Kadar Yalnız oldu.

“Kalktım, kemendi çıkardım boynumdan. Günlük intihar girişimimi tamamlamış olmanın verdiği iç huzurla mutfağa gittim.”

“Garip bir durum mu var? Sanmıyorum. Her zamanki Ortadoğu işte, bir yerlerde patlayan canlı cansız bombalar, geride bıraktığı onlarca parçalanmış insan bedeni, darmadağın olmuş yoksul bir pazaryeri.”

“…ama insan hayal kurarken gözlerini kapatır, hiç kimse hayallerimizi görmesin diye yaparız aslında, gözlerimizi kapatınca kendimizden bile saklarız hayallerimizi. İçimizdeki gerçek biz, o hayaldeki biziz aslında.”

“…bazen en kalabalık ortamlarda bile kendinizi yalnız hissettiğiniz olur. Bütün evrende sizin varlığınızdan haberdar olan tek kişi yine sizmişsiniz gibi. Bu, yalnızlığa giden yolun her bir taşını kendinizin ördüğü anlamında ise…”

21 Mart 2020 Cumartesi

PLATON BİR GÜN KOLUNDA BİR ORNİTORENKLE BARA GİRER - THOMAS CATHCART & DANIEL KLEIN

21
190 sayfa

Bu kitabı adı ilgimi çektiği için merak ediyordum: Platon Bir Gün Kolunda Bir Ornitorenkle Bara Girer. Kulağa güzel geliyor. Felsefeyi de seviyorum.

Evet, bu durumda kitabı severim sanmıştım ama çok beğenmedim. Beklediğimden daha basit ve yüzeysel buldum. Karmaşık bir konunun basit anlatılmasını severim ama konunun basite indirgenmesi ya da doğru düzgün anlatılmamasından hoşlanmıyorum. Fıkraları da eğlendirici bulmadım. Gerçi insan bir süre okuduktan sonra alışıyor.

Belki lisede felsefe dersi alırken okunabilecek bir kitap olabilir ama bunun yerine Sofie’nin Dünyası okunmalı bence.

Kitabın sonunda anlatılan terimler derlenmiş, bu kısmını beğendim. Daha faydalı olmuş.

Kitaplı günler!

“Bir iyimser, bu dünyanın, mümkün dünyaların en iyisi olduğunu düşünür. Bir kötümserse sahiden öyle olmasından korkar.”

“Yirminci yüzyıl filozofu Alfred North Whitehead, Tanrı’nın geleceği belirlemeye gücünün yetmeyeceğini öne sürmekle kalmadı, savına geleceğin Tanrı’yı belirleyeceği görüşünü de kattı.”

18 Mart 2020 Çarşamba

KLEIN VE WAGNER - HERMANN HESSE

20
Yapı Kredi Yayınları
Çeviri: Kamuran Şipal
88 sayfa

Sanıyorum ki Klein ve Wagner kitabını Hukuk Felsefesi kitap önerileri listesinde görmüştüm. Bu nedenle Hesse okumalarıma bu kitapla devam ettim.

Hesse, Klein ve Wagner’i bunalımda olduğu bir dönemde Jungcu yaklaşımla yazmış. Kitap güzel başladı. Klein’in içsel çatışmalarını, uzlaşmalarını okumayı sevdim. Yazarın kaleminden de hoşlandığımı söylemeliyim.

Devamında hikaye biraz dağıldı, belki de yazarken olan ruhsal durumuyla alakalı bilemiyorum. Sonu bana çok yeterli gelmedi.  

Yine de görünüşe göre Hesse adım adım sevdiğim yazarlardan biri oluyor. Kurgu beni tatmin etmese de dilini seviyorum.  

Sağlıkla ve kitapla kalın.

“Düşünmek istediği şeyi bir türlü düşünemiyordu; düşüncelerine söz geçiremiyor, düşünceleri canlarının istediği yönde akıp gidiyordu, özellikle de kendisine eza veren sorunlar çerçevesinde dönüp dolanıyor, onun karşı koymasını umursamıyorlardı.”

“Yazgı denilen şey, artık biliyordu bunu, herhangi bir yerden çıkıp gelmiyor, insanın kendi içinde yeşerip büyüyordu.”

“Bir şeyi sevebilmek – ne büyük kurtuluş!”

“Bir kimsenin yardımına koşan, bir kimseyi avutup yaşamını kolaylaştıran pek az şey vardı dünyada; bu pek az şeyi bilip tanımak da önemliydi.”



15 Mart 2020 Pazar

RED, WHITE & ROYAL BLUE - CASEY MCQUISTON

19
423 sayfa

Bu yıl Goodreads kullanmaya başladım ve Eylemcan’la Red White Royal Blue’yu böylece keşfettik. Kitabı 2019’un en iyileri arasında gördük.

Kitabın konusu oldukça ilginç: Amerika’nın ilk kadın başkanının oğlu Alex ile İngiltere prensi Henry’nin ilişkisini anlatıyor. (Evet, hala kraliyet konulu kitap ve filmleri seviyorum.)

Konuyu sevmeme rağmen kitabın dili beni oldukça yavaşlattı, yazar fazlaca slang kullanmış ve bilmediğim kelime çoktu. (Üzdü.) Diyaloglar arttıkça anlaşılabilirliği de bir miktar arttı neyse ki. :D Günde 20 sayfa okuma hedefi koyup sayesinde ilerledim. Hızlandığı, elimden bırakamadığım yerler de oldu. Muhtemelen Türkçe olsaydı kısa sürede okurdum.

Güzel ve pozitif bir aşk romanıydı. Beni mutlu etti. Bir de Prens Henry’i çok sevdim.

“So, to borrow a passage from Sense and Sensibility: “You want nothing but patience- org ive it a more fascinating name, call it hope.””

“… maybe I really am just a naive kid who believes in magical shit that doesn’t happen in real life.”

“Keep fighting, keep making history, keep looking after one another.”



13 Mart 2020 Cuma

SOLAK KADIN - PETER HANDKE

18
Metis Yayınları
Çeviri: Tevfik Turan
98 sayfa


Solak Kadın’ı 2019 Beyoğlu Sahaf Festivali’nden almıştım. Adını ve arka kapak yazısını sevmiştim. Ayrıca yazarımız Peter Handke 2019 Nobel Ödülü’nün sahibi.

Kitap, bir kadının ani bir kararla kocasından ayrılmayı istemesini ve çocuğuyla beraber yaşamasını anlatıyor. Kadının yani Marianne’in hayatından bir kesiti okuyoruz. Ayrılığa rağmen adamın hala etkisini, çevreden gelen yalnızlık teması altında dokundurmaları da konu alıyor.

Solak Kadın anlattığı konuyu hissettiremiyor, kahramanlar genel olarak soğuk. Duygularını pek aktarmıyor kitap. Şiddet içeren kısımlarda bile sakinlik ve donukluk hakimdi. Bunun kültürle de alakalı olabileceğini düşünüyorum, daha soğukkanlı insanlar. Bu durum benim hoşuma gitti, zihnimin karmaşıklığına ve yoğunluğuna iyi geldi. Kitap boyunca sanki bir albüme bakıyormuşum ve fotoğraflar bana anlatılıyormuş gibi hissettim.

Kitabı bana göre en iyi açıklayan alıntıyı buraya bırakıyorum (Bu alıntı kitabın sonunda yer alıyor, spoiler içerdiğini düşünmüyorum ama okumak istemezseniz atlayabilirsiniz): “Böylece herkes, her biri kendi usulünce, gündelik hayatını sürdürüyor, düşünerek ya da düşünmeden; her şey alışılmış yolunu izler görünüyor, her şeyin bir kumarmışçasına sallantıda olduğu o dehşetengiz durumlarda bile insan sanki hiçbir şey yokmuş gibi nasıl yaşar giderse, öyle.” /Goethe

“Ne düşünürseniz düşünün. Siz ne kadar benim hakkımda bir şey söyleyebileceğinizi sanırsanız, ben de sizden o ölçüde bağımsız olacağım.”

“İdealin ülkesinde: Bir erkekten beni ne isem onun için sevmesini, ne oluyorsam onun için sevmesini bekliyorum.”


11 Mart 2020 Çarşamba

ANNE OF THE ISLAND - LUCY MAUD MONTGOMERY (Anne of Green Gables #3)

17
272 sayfa


Anne of Green Gables serisinin üçüncü kitabı benim için hayal kırıklığı oldu. Tamam kabul, sevdiğim kısımları da oldu ama beklentimi karşılamadı. En güzeli ilk kitaptı.

Anne of the Island’da Anne’in Redmond günlerini okuyoruz. Okulda edindiği yeni arkadaşlarını, tatilde eve dönmesini, okulda derslerini… Sanki yazar okumak istediğim konulara bilerek değinmemiş gibi bir izlenim verdi bana. Sürekli başka konulara girerek asıl noktadan uzaklaşmış.

Bu kitapta Anne’i de pek sevemedim. Özellikle bir kediyi kloroform ile öldürmeye kalktıkları anda! Anne’in karakterine uyan bir durum değildi. Gilbert ve Roy konusunda da tutumunu beğenmedim. Neyse ki en azından kitabın sonu istediğim şekildeydi.

Seriyi bırakmaya karar verdim. İstediğim sona ulaştım, daha fazla ilerlememe gerek yok diye düşünüyorum.

“Feeling is so different from knowing.”

“Being in love makes you a perfect slave, I think. And it would give a man such power to hurt you.”

“The best is yet to be.”

Seriden okuduğum kitaplar:





7 Mart 2020 Cumartesi

INCOGNITO: BEYNİN GİZLİ HAYATI - DAVID EAGLEMAN

16
Domingo Yayıncılık
Çeviri: Zeynep Arık Tozar
294 sayfa


Uzun zaman sonra bitirdiğim Incognito’yla hepinize merhaba! Uzun diyorsam, gerçekten yılları kapsayan bir zaman diliminden bahsediyorum. Ne zaman aldığımı ve başladığımı hatırlamıyorum düşünün :D O yüzden bu post size kitap hakkında fikir vermeyebilir.

Bilge ile bir youtube videosu izlememiz üzerine Incognito’yu almaya karar vermiştik. Sonra başladık, Bilge bitirdi, o sevmiş, ben de 2020’de bitirmeyi başardım. Oysaki başlangıçta hevesliydim.

Kitaba ben beyin ve çalışması hakkında yetkin makaleler okuyacağımızı beklentisiyle başlamıştım. Maalesef ki Incognito daha çok popülerliği hedef alan eğlendirici bir kitap. Okurken bana o konuyu internette araştırmışım da yazıları okuyormuşum hissi verdi.

Hoşlanmadım. Bir yere kadar gelip, yarım bir şekilde kitaplığa koydum. Bir süre tozlandı. Sonra bir gün okuduğum kitapların içinde okulda ders arasında anlayabileceğim kitap olmayınca yanıma Incognito’yu aldım. Biraz ilerledim. Sonra yine tozlanmaya bıraktım. Ardından yine okula götürdüğüm günler geldi. Sonuç olarak Incognito böyle bir döngü içinde bitti. Bittiği için mutluyum.

“Genel olarak beynin çoğu şeyi bilmesine gerek yoktur; asıl bildiği şey, verileri toplayıp getirmektir. Hesaplamalarını bilme gerekliliği temelinde yapar.”

“Çevrenizin farkında, ancak duyusal girdilerin beklentilerle çeliştiği zamanlarda varırsınız. Dünya beklentilerinizle uyuştuğunda farkındalığa gereksinim yoktur, çünkü beyin işini gayet iyi biçimde görmektedir.”

“İnsanlar kendi yansımalarını başkalarında bulmayı severler.”


4 Mart 2020 Çarşamba

KADER BİRLİĞİ - PHILIPP SCHWARTZ

1933 Sonrası Türkiye’ye Göç Eden Alman Bilim Adamları
15
Belge Yayınları
Çeviri: Nagehan Alçı
100 sayfa


Kader Birliği, yine annemin arkadaşının verdiği kitaplardan biri. Çok teşekkür ediyorum kendisine, beni güzel kitaplarla tanıştırdığı için.

Alt başlık kitabın özeti niteliğinde: 1933 Sonrası Türkiye’ye Göç Eden Alman Bilim Adamları. “Bilim bilginin ışığında ilerleyeceği yerde, ırkçı ve suça teşvik eden bir ideoloji diktatörlüğünü izlemek zorunda bırakıldığında, üretken ve dallarında isim yapmış bir çok öğretim görevlisi Almanya’yı terk ettiler.”

Kader Birliği, 1972 yılında Kopenhag’da düzenlenen Uluslararası Sempozyum’da sunulan raporla, yazarın anılarından oluşuyor. Dönemin Türkiye’sine değiniyor, eğitim reformu için yapılanlardan bahsediyor. “Cumhuriyet henüz on yaşındaydı ve daha tam yerleşmemişti, halk art arda gelen reformlarla yalnızca yattığı uykudan uyandırılmamış aynı zamanda sarsılmıştı. Her şey doğaçlama ve hızlı bir şekilde gelişmeliydi.”

Kitabı okurken, keşke biraz daha detaylı olsaydı dedim ama yine de kısa bölümlerle bir temel oluşturuyor.

Kitaplı günler!


Not: Bu hafta İstiklal’deki Türk Musevileri Müzesi’ni gezdik ve kitaptaki bilim insanları hakkında da bir bölüm vardı. Philipp Schwartz’ın yani kitabın yazarının mikroskobunu da gördük. Eğer gezmediyseniz İstikal’e gittiğinizde Türk Musevileri Müzesi güzel bir seçenek olabilir, ayrıca sinagoga da dışarıdan ziyaretçi kabul etmiyorlarmış ama müzeyle birlikte gezilebiliyor.



Sadece uyarmış olayım, müzeye geç saatlerde gitmeyin. Biz 3’ten 5’e kadar yetiştiririz diye düşündük ama alt katı fazla detaylı gezmişiz, ardından sinagoga geçtik –daha erken kapatıyorlarmış- 15 dakika kala da üst katı gezelim dedik. Üstünkörü okuyup aşağıya indiğimizde kapanışa birkaç dakika olmasına rağmen, bizi tabiri caizse kibarca(!) kovdular. Böyle davranışları anlamam güç, ben gezilmesinden memnuniyet duyardım. Neyse, siz daha dikkatli olun, zamanı iyi kullanın. 



“Üniversitelerdeki “yabancılaşma”nın boyutu, o dönemde bazı rakamlara bir göz atıldığında daha iyi anlaşılıyor: 1933’te İstanbul’da 27 Türk ve 38 yabancı ordinaryüs bulunmaktaydı.”

“[Y]ıllar boyu sultanların sıkı kontrolünde olan talim alanının göz kamaştırıcı kapısından Kuran’dan alınmış ve özenle işlenmiş yazı indirildi. Yerine sade Latin harfleri ile şöyle yazıldı: İstanbul Üniversitesi. Kapının iç tarafına ise Atatürk’ün gençliğe seslendiği bir özdeyişi yazıldı.”