23 Nisan 2016 Cumartesi

35) SİYAH - TED DEKKER


Martı Yayıncılık
Çeviri: Mihriban Doğan
608 sayfa

Tanıdıklarınızla beraber aynı kitabı okumayı sever misiniz? Ben çok severim. Kitap hakkında konuşmayı, kaçıncı sayfaya geldin muhabbetini, karakterlerin dedikodusunu yapmayı… :D Özellikle de bir kitabı okurken, karakterler de hayatıma dahil olduğu için kimsenin onları tanımaması üzücü oluyor. Siyah’ta böyle olmadı çünkü Kalemfili ile beraber okuduk. :D

Çember Serisi 4 kitaptan oluşuyor: Siyah, Kırmızı, Beyaz ve Yeşil. Elimde Siyah -1.kitap- ve Yeşil -0. kitap- vardı. Hangisinden başlayacağıma karar veremediğim için uzun zamandır erteliyordum. Sonra Dağınık’ın seriyi okuduğunu öğrendim ve Yeşil’den başlamamın daha iyi olacağını söyledi.

Siyah’la başlamaya karar vermişken blogcanla ortak kitabımız olduğunu fark ettik ve açılışı beraber yaptık. :D

Ted Dekker’ın ilk okuduğum kitabı Oyun’du ve çok beğenmiştim. O dönemki en yakın arkadaşıma da sevdiğimi söyleyince, benden istemişti. Kitap bir daha geri gelmedi. Artık arkadaşım bile değil.


Bu kadar uzun bir başlangıçtan sıkılmamışsınızdır umarım. :D Siyah’a gelirsek ‘Kötülüğün Doğuşu’ alt başlıklı bu kitap ilginç bir konuya sahip. Rüya ve gerçek arasında gel gitler yaşayan Thomas Hunter’ı bizlere anlatıyor.

Kitabın sonuna kadar hatta sonunda bile olayı çözemedim. Mantıklı bir açıklama getiremedim. Normalde gizemi severim ama romanımızda hiç ipucu yoktu. Sürekli işler karışıyor ama yazar size hiç yem atmıyor. Merak ediyorsunuz, ediyorsunuz, ediyorsunuz derken kitap bitiyor hala merak ediyor oluyorsunuz.

Bu durum ve sınavlar beni yavaşlatan etkenler oldu. Kalemfili’yle beraber okumasak daha da uzun sürebilirdi. Fazla merak zarar diye boşuna dememişler :D

Eleştirilerimin dışında, konuyu özgün bulduğumu da söylemeliyim. Bu kitaptan iyi film olur. :D

Seriye sıfırıncı kitapla devam etmeyi planlıyorum. İyi okumalar J


NOT: 23 Nisan Çocuk Bayramı’mız kutlu olsun! Kendisi en sevdiğim bayramdır J Ayrıca Siyah’ta yazar tarafından çocuklarına ithaf edilmiş, uyumlu oldu. J


20 Nisan 2016 Çarşamba

Mim: Yak, Yeniden Yaz, Tekrar Oku


Yeni bir mimle karşınızdayım! :D Gözde beni mimlemiş. Okuma oranımın düştüğü, birikmiş notlarımı temize çektiğim –ölüm gibi- bugünlerde ilaç gibi geldi.

Dost tavsiyesi: Notları günü gününe geçirmeseniz bile arada sırada yazın, yoksa bitmiyor. Yazıyorum, yazıyorum hala dağ gibiler. :D


Mimin kurallarına gelirsek,

- Okumuş olduğunuz kitaplardan üç tanesini rastgele seçin.

- Bunlardan birini yakmayı, birini yeniden yazmayı, birini de tekrar okumayı tercih edin. 

- Bunu (en az) üç tur tekrarlayın. 

1.Tur



Yak >> İşaret
Bu serinin bir kısmını okudum. Aslında okurken sevmiştim ama zaman geçtikçe sinirlerimi bozmaya başladı. Gerçi kapaklarını hala seviyorum. İçini yakalım, kapakları kalsın. :D

Yeniden Yaz >> Yabancı
Dizisini çok sevdiğim ama kitabıyla yıldızımın barışmadığı bir seri. Konuyu yaratıcı buldum ama işleyişinden hoşlanmadım. Yeniden yazılsa güzel olur.

Tekrar Oku >> Çalıkuşu
Çalıkuşu, okuduğum ilk roman olmasından dolayı benim için çok özeldir. 4. sınıfta Çalıkuşu’yla tanışmamın ardından defalarca okudum, tekrar okumak isterim.

2. Tur



Yak >> Aklından Bir Sayı Tut
Kitabı tahmin edilebilir olmasından dolayı sevmemiştim. Bir de içselleştirememiştim.

Yeniden Yaz >> Kız Kardeşim İçin
Bu yazarın kitapları beni hem çok üzüyor hem de sinirlendiriyor. Yeniden yazılsa etkileyici olur mu bilmiyorum ama yine de yazılsın. :D

Tekrar Oku >> Oblomov
Oblomov’u lisede okumuştum ve her olayı anımsadığım nadir kitaplardan. Gerçi çok olay olmaması da bu duruma neden olmuş olabilir. :D Sonuç olarak neden unutamadığımı merak ettiğim için okumak istiyorum.

3. Tur


Yak >> Asi Elizabeth
Konuyu çok net hatırlamıyorum ama sıkılarak okuduğumdan eminim. :D

Yeniden Yaz >> Sherlock Holmes
Önce dizisini izlediğimden midir bilinmez, hikayelerinden pek hoşlanmamıştım. Yazıldığı döneme de bakmak gerek ama yine de tekrar yazılsa hoş olur.

Tekrar Oku >> Harry Potter

Seriyi yine, yeni, yeniden okumak istiyorum. :D Her kitabı birbirinden güzel olan nadir serilerden biri benim için. Hala Hogwarts mektubu beklediğimi de unutmamak gerek. :D

Mimlenenler:
Kısaca yapmayan herkes yapsın efendim :D 

17 Nisan 2016 Pazar

34) AİLE ÇAY BAHÇESİ - YEKTA KOPAN


Can Yayınları
142 sayfa


Aile Çay Bahçesi Kitap Eylemi’nin.

Beraber Yekta Kopan söyleşisine gitmeye karar verdiğimizde, yazarı hiç okumadığım ortaya çıktı. Ben de söyleşiden önce Aile Çay Bahçesi’ne başladım ama yetiştiremedim. :D

Kitap daha ilk sayfalarından beni fethetti. Bir nevi kendimi buldum Müzeyyen’de. 5. sayfada kardeşinin olacağını öğreniyor ve oyuncak bebeği elinden düşüveriyor.

Küçükken ben de kardeşim olacak diye çok korkardım.  Hatta arada bu temalı kabuslar görürdüm, pabucum dama atılırdı falan. :D Hala da annemle babamı komşu torunundan zaman zaman kıskanırım. :D

Bu nedenle Müzeyyen’i anlayabildim. Yaşadığı çelişkileri, düşüncelerini, duygularını… Karakterler çok içimizden. Sanki sokakta yürürken karşılaşıverecekmişiz gibi…

Yazım dili oldukça yalın, belki de bu nedenle gerçekçiliği artıyor. Samimileşiyor.

Kitap durum öyküsü gibi, demek istediğim çok fazla olay yok. Daha ziyade düşünceler üzerine kurulu. Aile Çay Bahçesi biraz da melankolik olduğu için baharın getirdiği ruh halime çok uygundu. Evet, anormal bir biçimde bahar bana neşe getirmiyor. :D

Yalın, kısa ve vurucu bir kitap okumak isterseniz, tavsiye edilir. Hatta istemiyorsanız da okuyun. :D

“Böyledir zaten, çocukluk, utanılacak sayısız anının birikimidir.”

“Okuduğum bütün kitaplarda beni bana anlatacak bir karakter arardım. Dinlediğim radyo oyunlarından, izlediğim filmlerden bir cümlecik çalmaya çalışırdım.”

“İnsan değil bizim adımız; yalancı, katil, ikiyüzlü, rezil…”

“Sormayı bilen herkes gibi uykusuzum.”

“Bitmek tükenmek bilmez kötülüğünüzü gizlemek için bulabildiğiniz her yalana, her benzetmeye sığınırsınız. Yorulmadınız mı kendinizi kandırmaktan yahu? Birbirinizi öldürmekten, yalan söylemekten, aldatmaktan, nefretle beslemekten yorulmadınız mı? Bari ikiyüzlülüğünüze doğayı alet etmekten yorulun, utanın, vazgeçin. Yapmayın.”


“O tadına doyum olmaz bir şiirdi, ben taslak halinde bir roman.”


14 Nisan 2016 Perşembe

Uzak Doğu Mutfağı / Sopung - Kore Pasta ve Yemekleri


Kitap Eylemi’yle fark ettik ki bir süredir Uzak Doğu Mutfağı denemesi yapmamışız.

Salı günü bozuk olan fotoğraf makinem için Sirkeci'ye gitmemiz gerektiğinde, dönüşte de Topkapı'ya uğrayabiliriz diye konuştuk.



 Salı günü öğlene kadar Sirkeci'de işimizi bitirmemizin ardından, soluğu yeni açılan Sopung – Kore Pasta ve Yemekleri’nde aldık.


Sopung Topkapı metro durağına oldukça yakın. Biz tramvayı tercih ettiğimizden biraz yürümek zorunda kaldık (ben biraz da tırstım, yeni yerlerde gezmeye karşı temkinli miyim ne?).


Metrodan çıkıp Sulukule Sanat Akademisi'ne doğru 100-150 metre kadar yürüyüp ulaşabilirsiniz.

Restaurant oldukça küçük ama samimi bir mekan. Menüyü getirdiklerinde yemeklerden önce dikkatimi çeken şey el yazısıyla yazılmış olmasıydı. Solda Korece, yanında da Türkçe şeklinde hazırlanmış menü bizi sımsıcak karşıladı.

Ben ramen tercih ederken, Kitap Eylemi kimbap istedi. İkimiz de merak ettiğimiz yemekleri sonunda bulmuştuk. :D


Servisi beklerken, sahibiyle de konuşma şansı bulduk biraz. –Buraya utangaç bir Salıncak çizelim.- Daha çok Korelilerin mi yoksa Türklerin mi gittiği merak ettiğimiz bir konuydu. Koreliler tatlılar için, Türkler de yemekler için geliyormuş. :D



Yemekler geldiğinde sırayla tattık tabii. :D Kimbap yiyemeyeceğimi düşündüğüm lezzetlerden biriydi ama yanılmışım. İçinde çok fazla çeşit olduğu için sevmediğim yiyeceklerin tadını almadım. Kitap Eylemi zaten seveceğini biliyordu. :D 

Ramen de benim seveceğimi düşündüğüm yemekti ve sevdim de :D Çok lezzetliydi.


Sonuç olarak Sopung benim tamamen doyduğum tek Kore restaurantı olma özelliğine sahip :D Çalışanları da çok güler yüzlüydü.


Çıkmadan keklere göz attık ve çikolatalıyla sadeden denemeye karar verdik. Eve paket yaptırdık. Kekler de çok taze ve lezzetliydi. Favorimiz çikolatalı olan :D

Bizimle ilgilenen Nuri’den izin istedik ve fotoğrafını çektik, ona merhaba deyin! 안녕하세요!



Ayrılırken bize verdikleri hediye de anahtarlıklarımızda yerini aldı. 감사합니다!


10 Nisan 2016 Pazar

Yaşamdan Kareler / Büyükada


İstanbul’dan bunalıp yine düştük yollara. Bu sefer Büyükada’ya gittik. Tarihleri ayarlamamız zor oldu, küçük aksilikler çıktı ama yılmadık. :D

Cuma günü İstanbul’da hava kapalıydı. Yağmur yağmayacağını umarak vapura bindik. Yolculuk kitap ve telefonlarımızı yanımızdaki küçük çocuktan kurtarmaya çalışarak geçti. :D



Vapurdan indiğimizde önce otelimizi bulduk ve kıyafetleri bırakarak sırt çantamızı hafiflettik. Otelin yanındaki kafeden ada haritası aldık artık gezmeye hazırdık. Yürümeye başlamıştık ki arkadaşım “Elif saçımda bir şey var.” dedi. Ta ta ta taam! Kuş sağ olsun, zaruri ihtiyacını üzerinde gidermiş. :D Şans faktörünü de artı puan ekleyip yola devam ettik.


Gezilecek yerler listemizde cuma gününü yetimhaneye ayırmıştık. Büyükada en çok gittiğim ada olmasına rağmen kimseyi yetimhaneye tırmanmaya ikna edememiştim. Bu sefer böyle olmadı ve gittik!


Bina otel olarak tasarlanmış lakin ‘halkın ahlakını bozacağı’ düşüncesiyle yönetimden izin alınamamış ve yetimhane olarak kullanılmış. Dünyanın en büyük ahşap yapılarından biriymiş.

Benim ilgimi çeken ise orada yaşanan korku filminden fırlamış gibi görünen olay. Yetimhanenin ön cephesine yangın çıkmış. Bir çocuk bahçedeki kuyuya düşmüş ama kimse oraya bakmayı akıl edemediği için ölüme terk edilmiş. Bu olaydan sonra kuyunun içinden çocuk sesi duyulmaya başlamış.



Bence artık kaliteli korku filmleri yapmamızın zamanı geldi. :D Yetimhanenin bu hikayesi bana The Orphanage’i anımsatıyor. Belki de bu yüzden Rum Yetimhanesi’ni görmek istedim.



Yetimhanenin bahçesine bile girmek yasak, parmaklıklar ardından inceledik. Kuyuyu bulduk. Çığlıklar çok korkunçtu demek isterdim ama çam hışırtılarından başka ses yoktu. :D Bir gruba yetimhanenin hikayesini anlattım. Gezi rehberliğini sevebileceğime karar verdim. :D



Sahile inerken saat 6 olmuştu. Bisiklet sürüp, ardından yemek yemeye karar verdik. Bir saat sahilde gezip hevesimizi aldıktan sonra mavi masalarıyla ilgimizi çeken Fayton Restaurant’a oturduk. Yemek yerken kendimizi kaybetmişiz. :D


Gece sahilde yürümek, İstanbul’a dönmek zorunda olmamak bize Adalı gibi hissettirdi. Sanki hep orda yaşamışız ve yaşayacağız…


Ertesi sabah planladığımız zamandan, bir saat rötarla uyandık. Kahvaltıyı Aşıklar Tepesi’nde yapmaya karar verip, bir faytona atladık. Aslında ben atlara yapılan kötü muameleye karşıyım ve aynı zamanda ada kokuyor. Mis gibi çiçek kokması gerekirken… Anladınız siz. :D

Aşıklar Tepesi’nde, aslında adanın her yerinde gözümüzde Hatırla Sevgili canlandı. Yaseminlerin ve Ahmetlerin evini bile aradık. :D



Önceki çıkışımda “Bir daha tırmanmayacağım!” nidalarım yalan oldu ve Aya Yorgi’ye gittik. Dik yürüyüş parkurumuzun her noktasında yine söylendim buna rağmen bir sonraki sefer için plan yapmaktan geri kalmadık. Azap yokuşunu tekrar çıkmak zorundayım. :D



Aya Yorgi’nin üst tarafındaki Yücetepe Kır Gazinosu’nda limonatalarımızı içip biraz dinlendik. İnişe geçtiğimizde yol çok kalabalıktı. İnsanlar ellerinde ipliklerle –dilek dilemek içinmiş- tırmanıyorlardı. Hafta sonu adaları bu yüzden sevmiyorum, İstanbul’dan farkı kalmıyor.


İnerken dikkatimizi Adakule sapağı çekti. Görmezden gelemedik tabii, o tarafa yöneldik.  Çok kısa bir yürüyüşten sonra Adakule bütün ihtişamıyla karşımıza çıktı. Yangın kulesinin içine de girilmiyor.

Ardından Bilge –arkadaşım- “Sahile inelim, kumlarda biraz yatarız.” deyince haritamızı aramaya başladık. Çantaları boşalttık, ceplerimize baktık ve haritayı bulamadık. Tahminen Aya Yorgi’ye tırmanırken dinlendiğimiz bankta unuttuk.



Biz de rastgele inmeye başladık ve Reşat Nuri Güntekin’in eviyle karşılaştık. Bu evi geçen sene annemle gezerken de görmüş, burada yaşasak yazar olabileceğimize kanaat getirmiştik. :D


Sahil arayışımıza devam ederken Adalar Müzesi’yle karşılaştık ve girmeye karar verdik. Öğrenci 3 TL. Müze binası, eskiden hangarmış. Öncelikle size adaların oluşumu hakkında 10 dakikalık bir video izletiliyor, ardından müzeyi gezmeye başlıyorsunuz.  Adalarda ticari hayat, tarihi evler, bahçe düzenlemesi, adalarda yaşayan ünlüler gibi konularda bilgi sahibi oluyorsunuz. İlgimi en çok çekenin yetimhaneden kalan eşyalar olduğunu söylememe gerek yok sanırım. :D



Yıllar önce ailemle Büyükada’ya geldiğimizde satılık bir ev görmüştük. Ben fotoğrafını çekip alalım diye yalvarmıştım. Düşünün artık nasıl bulutlarda yürüyorsam… :D Hatta ev üzerine hikaye yazmıştım. Müzede öğrendim ki o, bahçe düzenlemesiyle ünlü tarihi bir köşkmüş. :D


Müzeden çıktığımızda vapura yetişecek kadar vaktimizin olduğunu gördük, adaya veda ederek iskeleye doğru yürüdük. Uzun bir yolculuktan sonra Kabataş’a vardığımızda vapurdan inmek istemedik. İstanbul’a dönmek demek sorunların geri gelmesi demekti. Sıradan hayata geri dönüp, monotonluğun içinde çırpınmaktı.


Bir kitabın bitmesi gibi, son sayfayı çevirip kapağı kapattık ve Kabataş’a adımımızı attık.


8 Nisan 2016 Cuma

33) VİLLA - NORA ROBERTS


Epsilon Yayınevi
Çeviri: Mine Atafırat
480 sayfa

Nora Roberts Eve Dallas serisiyle sevdiğim bir yazar. Tek kitaplarının bir kısmını okudum ama beklediğimi bulamamıştım. Dallas’la yükselen çıtaya maalesef ulaşamamışlardı.

Villa’yı indirimde bulup almıştım. Uzun zamandır kitaplığımda duruyordu. Grip olduğum için de kolay okunan bir romana ihtiyacım vardı. İmdadıma Villa yetişti.

Kitap bir aile şirketini konu alıyor: Giambelli Şirketi. Dünyaca ünlü şaraplar üretiyor. Bu süreçte bağlarda geziyorsunuz, üzümlerin olgunlaşmasını bekliyorsunuz, şarap tadıyorsunuz. Kitaptan nasıl etkilendiysem, rüyamda bile şarap gördüm. :D

Ailede ise çok ilginç karakterler var. Benim favorim Eli oldu. :D



Kitapta beni rahatsız eden nokta harf hataları oldu. Bir iki tane olsa neyse der geçerdim ama dikkat dağıtacak derecedeydi. Kapağı da onayımdan geçemedi, eski basımın kapağı daha güzelmiş. :D

Sonuç olarak -kapak ve harf hatalarına takılmazsak- Villa, Nora’nın tek kitaplarına karşı olan önyargımı yıktı. Keyifle okudum. Polisiye ve aşkı akıcı bir şekilde harmanlamış yazar. Son sayfasına kadar heyecan devam ediyor. Hatta bitirirken okula geç kalma tehlikesiyle karşı karşıya geldim. Neyse ki yetiştim. :D

“Birçok şey, bir süre kendi haline bırakıldığında gerçek kimliğine kavuşur.”


“Merdivenin alt basamağından başlamanın en iyi yanı daha aşağı inmenin mümkün olmayışıdır.”




3 Nisan 2016 Pazar

32) LEYLA'NIN EVİ - ZÜLFÜ LİVANELİ (KİTAP+TİYATRO)


Remzi Kitabevi
286 sayfa

 
Leyla’nın Evi ilk okuduğum Livaneli kitabı. Oyunu olduğunu gördüğümde, tiyatroya gitmeden bitirmeliyim dedim. Böylece rafta tozlanmaktan kurtuldu. :D

Leyla’nın Evi, Bosnalı yalısında ve Beyoğlu’nda geçiyor. Bu nedenle oldukça güzel boğaz betimlemelerine sahip… Bazen yalıda yaşıyormuş gibi hissettim. –Nerde o günler? :D-

Leyla yani ana karakterimiz, yaşlanınca olmak istediğim kişi. Bilgi birikimi,  kibarlığı, inceliği takdire şayan… Onu klonlayıp, her yere yaymak isterdim. :D

Kitap karakterlerin geçmişleri üzerinden ilerliyor. Karakterler iyi kurgulandığı için, onları tanımak geçmişlerini öğrenmek zevkli. Bir süre sonra kendinizi Leyla’yı, Yusuf’u Rukiye’yi tanıyormuş gibi hissediyorsunuz.

Kitap güncel sorunlara da değiniyor. Gerçi kitabın ilk basımı 2006 ama değindiği problemler artarak devam ediyor. Mesela bir karakter şeyhe gitmeye başlıyor ve cemaatine katılıyor. Kitaptan alıntıyla o zihniyete/sizliğe göz atalım: “Evvel ezel İslam ümmetinin yaşadığı Osmanlı mülküne yetmiş beş yıl önce bir deccal gelmiş ve halifeyi kovarak ülkeye dinsizliği yerleştirmişti.”

Bu konu hakkında yazılıp, söylenecek çok şey var. Okuyunca bile tepemin atması gibi, her gün okula giderken ve okulda gördüğüm manzaralar gibi… ‘Ah’ denilecek çok fazla olay… Ama konumuz Leyla’nın Evi.

Kitapta en önemli noktalardan biri de karakterlerin zıtlığı. Tüm kahramanlarımız birbirinden farklı hatta bazı noktalarda taban tabana zıt kişiliklere sahipler. Orta yolu bulabilecekler mi? J

Akıcı, iyi kurgulu ama çok da hareketli olmayan bir kitap istiyorsanız, Leyla’nın Evi’ni es geçmeyin. J

“İnsanlar yaşlanıyordu, bunun ayrıcalığı yoktu ama yaşlanan insanların bir kısmı olgunlaşmış olarak, bir kısmı ise olgunlaşmadan ölüyordu. Bunun püf noktası ise bir insanın “Nasıl görünüyorum?” sorusundan, “Nasıl görüyorum?” aşamasına geçmesiydi.”

“Çünkü o zamanlar Kemal ismi, bir ölüm kalım savaşının ve varolmanın simgesiydi.”



Tiyatroya gelelim. :D

Öncelikle kadro müthişti. Celile Toyon hayalimdeki Leyla’yla birebir örtüşüyordu. Özellikle eldivenine bayıldım. Yusuf için düşündüğüm tip kesinlikle Halim Ercan değildi. Hatta kendisini biraz itici bulurum. Ama oyunda karakterin hakkını vermişti.  Fatih Dönmez’de bence bir Ömerlik mevcut. :D Ahmet Uz ise Ali Yekta Bey’e can verdi. Ayça Varlıer, Rukiye/Roxy karakteriyle izleyiciye kendini en çok sevdiren oldu. Son olarak Dicle Alkan Necla’ydı ve kırmızı elbisesine bayıldım. :D


Konuda ufak değişiklikler yapılmış, bazı olaylar atlanmış olsa da beni memnun etti. Yine de eğer izleyecekseniz, kitabı okuyup izlemekte fayda var. :D

Asıl değinmek istediğim konu ise tiyatroda nasıl davranacağımızı bilmememiz. Bir oyuncuyu en çok anlayan, anlaması gereken yine bir oyuncu değil midir? İzleyicinin telefona bakması, fısıldaşması hatta abartarak böğürmesi bir tiyatro sanatçısı için rahatsız edici ve dikkat dağıtıcıdır.

Salonun arka sırasını Tiyatro Kulübü ele geçirmişti. Telefona bakılmasından falan yakınıyorlardı. Şimdi soru geliyor, telefona en çok bakan, sessize almayan, oyunun ortasında mesaj seslerini duyduğumuz kesimin Tiyatro Kulübü olmasına ne diyeceksiniz? Gülünecek yerde anırarak gülen (eşeklerden özür diliyorum), alkışlanacak yerde dövüyormuş gibi alkışlayan bir kulüp. İronik değil mi?

Kısaca biz tiyatro olsun, sinema olsun izlemeyi bilmiyoruz. Saygılı olamıyoruz. Dinleyemiyoruz, illaki kendi yorumumuzu yapacağız. Yazık.