30 Kasım 2015 Pazartesi

Film: Açlık Oyunları - Alaycı Kuş Bölüm 2


YAPIM: 2015, ABD

TÜR: Aksiyon, dram, macera
SÜRE: 136 dakika
YÖNETMEN: Francis Lawrence
OYUNCULAR: Jennifer Lawrence, Josh Hutcherson, Julianne Moore, Elizabeth Banks, Woody Harrelson



Açlık Oyunları serimizi de Alaycı Kuş 2’yle bitirmiş oluyoruz.

Filmi 22 Kasım’da izlemiştim. Yorumunu yapmayı erteleyip durdum. Ne kadar geciktirirsem, filmin olumsuz yanları ortadan kalkacakmış gibi…

Kitaplarını çok sevdiğim Açlık Oyunları serisinin, filmlerini de çok sevmek isterdim.

Öncelikle, bence Alaycı Kuş’u ikiye bölmek hataydı. Alaycı Kuş 1 beni tatmin etmişken, ikisi aynı duyguları uyandıramadı. Hatta arkadaşım filmde uyukladı. Durağandı. “Savaş oldu, nasıl durağandı?” diye sorabilirsiniz. Katniss’in isyanda aldığı rol belli zaten, konu mankeni olarak kullanılıyor. O yüzden filmin geneli yapılan ve bozulan planlarla doluydu.

Genel olarak film dörtlemesini ele alacak olursak, beni hayal kırıklığına uğrattılar. O kadar bütçeyle çok daha iyi filmler beklerdim.


Oyuncu seçimi, baştan beri beni rahatsız eden bir unsur. Ah, Peeta! Kitabın kafamda oluşturduğu Peeta’yla, filmdeki o kadar farklı ki… Peeta masum olmalı, sakin yüz hatlarına sahip olmalı… Peeta, Peeta gibi olmalıydı.

Katniss’de düşündüğümden farklı lakin Jennifer Lawrence o kadar sırıtmamıştı. O'nu Katniss olarak kabul edebilirim.

Kitabın bende oluşturduğu karakter yapısıyla en uyumlu olan Effie’ydi.

Filmler; kitapla bire bir aynı gitti,bu benim için bir artıydı.


Sonuç olarak favori film serilerim arasına giremedi. Ama derseniz ki, “Hadi, Açlık Oyunları izleyelim.”

 İzlerim. 

Yine de ne kadar izlersem izleyeyim, kitapları gibi harika olamayacak.


28 Kasım 2015 Cumartesi

NİJURA: ELF TACININ VARİSİ - JENNY-MAI NUYEN


Nijura’yı kapağı için almıştım, itiraf ediyorum. 2-3 yıl önceydi. Kapağını görüp vurulmuştum. Okumayı geciktirmemin de sebebi bu sanırım. İçinin kapağı kadar güzel olmayabileceği düşüncesi.

2015’e geldiğimizde kapak hala güzeldi benim için, ama mükemmel değildi. Okuma zamanım gelmişti.

Yazar, genç yaşlarında yazmış kitabımızı. Ha, şimdi çok mu yaşlı diyeceksiniz. Hayır, yazarımız 88’li.

Yazarın yaşına bakarak amatör bir kitap olacağını düşünmüştüm ama hayal gücü fiziksel olgulardan farklı işliyor.

Orta Dünya hakkında çok fikrim olmasa da, yazarımızın Tolkien’den etkilendiğini düşünüyorum.

Kitap elfler ve insanlar arasında geçiyor. Büyülü taçlar, krallar, kraliçeler, savaşçılar, hırsızlar ne ararsanız mevcut.


Ana karakterimiz Nill, yarı elf ve yarı insan. Melez karakterleri genellikle severim. Yine de insanların duyarsızlığına karşı, elflerin yanındayım.

Kitap boyunca elflerin doğayla olan ilişkisine hayran kaldım. Büyüyünce ben de elf olacağım.

Favori karakterim Elf prensi Kaveh’ti.

Oldukça rahat okunuyor. Sonu dışında, kitabı sevdim.

“Kızlar akıllı ve hırslıdır, hayal ederler ve arzuları vardır, gerektiğinde çalışırlar, savaşırlar, nefret ederler ve aşık olurlar…”

“Biz ölümlüler alevlerden çıkan kıvılcımlar gibiyiz. Kalplerimiz dünyanın karanlığında parlar ama göz açıp kapayıncaya dek… …yok oluruz.”

“Ruhumuzda kılıç ve oklarla savunmak zorunda olmadığımız bir dünya var çünkü hiç kimse onu bizden alamaz.”

25 Kasım 2015 Çarşamba

UZAK DOĞU MUTFAĞI / DENEME 2 VE YAŞAMDAN KARELER 1


Kore mutfağını ilk kez tecrübe etmemizin üzerinden bir ay geçti. Tatların damaktan silinmesi için yeterli bir süre. Bu nedenle biz de salı günü erken çıkmamı fırsat bilip bir deneme daha yapmaya karar verdik.

Aslında Ortaköy’deki Noodle House’a gitmeyi planlıyorduk ama buluştuğumuzda açlıktan kulaklarım uzamıştı. Kitap Eylemi de onu yiyeceğimden korkunca, Ortaköy’e kadar gitmekten vazgeçtik.


Unni’m geçen haftalarda İstinye Park’a giderken, Beşiktaş’taki Noodle House gözüne çarpmış. Keşfetmemiz böyle oldu.  

Barboros Bulvarı’nı tırmanırken karnımdan gelen gurultular da bize eşlik ediyordu.

Kore mutfağı diye gittiğimiz Noodle House’un, google’ladığımızda Çin mutfağı olduğunu öğrendik.


Mekan umduğumuzdan küçüktü, iki masa ve dört sandalye mevcuttu. Daha çok evlere sipariş götürüyormuş.

Tavuklu noodle’larımızın siparişini verip, aşçının pişirmesini izledik. (Dizilerdeki gibi tavada fırlatmalar falan)


Çin usulü noodle; tavuk, erişte ve sebzelerden oluşuyordu. Yeşil soğan’ın noodle için vazgeçilmez olduğunu sanırdım ama içinde yeşil soğan yoktu. Gerçi bu vazgeçilmezlik durumu benim için geçerli değil. İçinde sebzeler olmasa daha mutlu olurdum.

Geçen denememizde de fark ettiğimiz, yemeklerin tatlı olması durumu, burada da vardı. Ama rahatsız edici düzeyde değildi.



Karnımızı doyurmuş olarak Noodle House’dan çıktık. Yemeden duramayacağımız bir lezzet olmadığına ama Kore’de de aç kalmayacağımıza karar verdik.

Kero(kuzen) da okuldan erken çıkınca hep beraber Kabataş’tan tramvaya bindik. Tramvayda hep ayakta yolculuk eden ben, boş yerleri görünce cennete düşmüş gibi oldum.


Oturmuşken kitap okuyayım diyerek, Nijura’ya başladım. Son 50 sayfam kalmıştı. Bitirene kadar kitaptan başımı kaldırmadım.

Kitabı bitirmiş olmanın rahatlığı ama Kaveh’den ayrılmanın hüznüyle kapağını kapattığımda, uykum gelmişti. Oturmaya alışık da olmayınca genleşmiştim. Derken çaprazımda oturan adamın elini uzattığını gördüm. Kitabı verdim.


“Bu ülkedeki %7’lik dilimde olduğunu biliyor musun?”diye sordu.

Uykulu gözlerle, anlamamış gibi baktığımı görünce devam etti.

“Bak çevrene. Kimin elinde kitap var?”

%7’nin içine dâhil edilmekten memnuniyet duyarak kafamı salladım ben de.

Bilin bakalım, sohbet ettiğimiz kişi kimmiş?

Ferit Erden Boray!

Unni’min sayesinde fotoğrafını çekip, imzasını aldık.


Güzel geçen günümüz, tramvayda 18 kitabı yayımlanmış(kendi ifadesiyle) bir yazarla karşılaşmamız üzerine daha da güzelleşti.


21 Kasım 2015 Cumartesi

SOSYAL BİLİMLERİ AÇIN - GULBENKIAN KOMİSYONU


Kitabımız aslında bir rapor. Gulbenkian Komisyonu, 1993’de, Profesör Wallerstein’in başkanlığında oluşmuş.
Bu komisyon, iki yıl çalışıp didiniyor ve Sosyal Bilimleri Açın’ı ortaya çıkarıyorlar.

Eh, büyüklerimiz yazmış, okumak da bize düştü. Ehem, tam olarak şey aslında… Sınavda sorumluyduk. J

Rapor sosyal bilimlerin kuruluşundan başlıyor, günümüzdeki durumuna kadar getiriyor. Sonun da ise sosyal bilimlerin nasıl olması gerektiğiyle ilgili tavsiyeler veriyor.

Vize sorumuz da bu tavsiyeler üzerineydi ama –iç ses, bu bahsi kapa!


On beşin üzerinde dile çevrilen kitabımız, dünya çapında bir tartışma yaratmayı ve dikkatleri sosyal bilimlerin üzerine çekmeyi istiyor.

Kitabın amacına ulaştığını düşünüyorum.

Toplumun yaralı bir insan olduğunu farz edersek, eğitime yeni başlamış siyaset bilimciler olarak, toplum bilincine yararlı olabilmek idealimiz.


Açılın sosyal bilimci geliyor! J


18 Kasım 2015 Çarşamba

AGORA - MARTA SOFIA



Agora, halkın toplanıp politika, ticaret ve felsefe konuştuğu bir alan. İskenderiyeli Hypatia ise bir filozof.

Agora’yla tarihçimiz sayesinde tanıştım. Filmini izlememizi önerdi. Ayrıca o dönemde kadın filozofların nadir görüldüğünü, Hypatia’nın istisnalardan biri olduğunu söylemişti.

Filmini izleyip beğendikten sonra kitabını aldım. Sanki filmde bazı yerler kafamda oturmamıştı, havada kalan noktalar vardı. Kitap, eksiklikleri tamamladı.

Hypatia’nın hayatı, kölesi Davus’un gözünden anlatılmakta. Köle bedenler, köle akılları mı doğurur yoksa akıl özgür olabilir mi?



Bir kölenin gözünden dünyayı görmek çok ilginçti. Bana farklı bir bakış açısı kazandırdı.
Sınavlardan dolayı yavaş bitirmeme rağmen, çok akıcı bir kitaptı. Normal şartlar altında, 1-2 günde bitebilir. Parantez aç. Artık sınavlar bitsin ya! Biraz sosyalleşip, daha çok kitaplara gömülmek istiyorum. Hayal dünyama geri dönmemin zamanı geldi de, geçiyor bile. Bu kadar 'gerçek hayat' yeterli. Ayrıca kime göre, neye göre gerçek? Kapa parantez.

“İlkelerini bıçakla savunan kimse mantığını kullanandan daha cesur değildir. Sadece daha akılsızdır.”
“Onu delicesine sevmenin cezası özgürlüktü fakat onsuz bir özgürlük, yaşarken ölmekten farksızdı.”
“Eski hasretlerin tatlı acısı. Hayatım sakin, denizim durgundu ve varlığının kasırgası esti. Önümden hafif bir meltem gibi geçip bir bozkırın soluk hayatını yerle bir eden güçlü bir rüzgara dönüştü. Yangın alevleri gibi, fırtına sonrası yalan, sessizlik gibi geçti ve öyle bir geçti ki; hiçbir şeymiş gibi. Orada utanmış öylece kalmıştım, alevler içindeydim ve kalanları kurtarabilmek için fırtınaya karşı savaşıyordum. Onu gördüm ve dünyam yıkıldı.”


15 Kasım 2015 Pazar

Mim: Ne Söylerdin?


Sevgili Deeptone, beni mimlemiş. Deep ki blogu açtığımdan beri yorumlarını esirgemeyen, harika hikayeleriyle kendisini ilgiyle takip ettiğim bloggerlardan biri. Bu benim ikinci mimim olmakta. O zaman dans!

"Ne söylerdin?


Kurallar basit. Hepimiz bir diğerimize şu soruyu soracağız “…. karşılaşsaydın ne söylerdin?” Herkes ne söyleyeceğini yazmalı kısa uzun.. Ve başka bir kişi söyleyerek ona aynı soruyu sormalı. Umarım herkes bu mimle karşılaşmak istedikleri ve söyleyecek sözleri olan insanlara denk gelir. Şimdi arkanıza yaslanın ve blogger arkadaşınızın sizin karşılaşmanızı istediği kişiye söylemek istediklerinizi söyleyin."

Deep, Leonardo Da Vinci, Mozart ve Edip Cansever’le karşılaşmış. Ben de Edip Cansever’e selamımı veriyorum. Şu sıralar, İkinci Yeni şairleri arasından en sevdiğim… Ona söyleyeceğim çok söz var ama aynı zamanda hiç yok.
Yine de, herhangi bir yerde, herhangi bir zaman diliminde karşılaşmışız.

“Trenlere beraber çikolata yedirelim mi? Aynı zamanda dertleşiriz de, gerçi bir şairle dertleşmek nasıl bir şey pek bilmem ama. Dinlerim, gerçekten. Anlamaya çalışırım. Edip ve şair Edip’i. Hangisi gerçek? Hangimiz gerçeğiz? Kendi bakış açımdan sıyrılıp, şiirlerini senin gözünden görerek, okumak isterdim.”

Ay! Fazla hayranlık dolu oldu sanırım ama nasıl hayran olunmaz ki? “Var mıydık? Belki biraz…” diyen Edip Cansever nasıl sevilmez? “Kimsenin öldüğü yok, yaşadığı da… Herkes biraz var o kadar.” ya da “Hiçbir şeyin hiçbir şeyliği gibi bir şeydim.”

Ben de Dreamella’yı mimlemek istiyorum.


Dreamella vs Platon! 

14 Kasım 2015 Cumartesi

34. Uluslarası İstanbul Kitap Fuarı


Rüyama bile giren TÜYAP’a sonunda gidebildim. “Sabreden derviş muradına ermiş.” diyen atalarımıza güvenmek lazımmış!

Günü başa saralım. Saat 8 civarlarında, sınava gitmek için uyanmışken ne fark ettim? Boğazım şişmiş! Kabus olduğunu düşünüp, geri yatmayı planlarken alarmım tekrar çaldı ve olan umudumu da yok etti.


Aksilikler daima art arda gelir. Sınavım da kötü geçti. Dertler beni yıkamaz modunda TÜYAP’a doğru yola çıktım. Metrobüste uzun saçlı erkek görüp şoka girmiş teyze dışında, olaysız sakin bir yolculuk geçirdim. (Hem de küpesi varmııış, inanabiliyor musunuz?)


TÜYAP’da arkadaşımda buluşup, kitapların içine balıklama atladık.

Fiyatların çok pahalı olduğundan yakınırken, Hasan Ali Yücel serisini görünce, nutkumuz tutuldu. Bu seriye bayılıyorum! Hepsi benim olsun diyerek tüm kitapları kucaklayacaktım ama görevlilere şok yaşatmak istemedim.

Hafta içi olmasına rağmen TÜYAP çok kalabalıktı. Okullar öğrencilerini getirmiş, mini mini gezen bir sürü çocuk mevcuttu. Gezerken kitaplardan çok, yerlere oturmuş çocuklara dikkat etmeniz gerekiyordu.


Aziz Nesin 100 Yaşında etkinliğine katıldık. Genco Erkal oynuyordu. Kendisi Nazım Oratoryosu’yla beni benden almıştı. Bugün de kendine hayran etti.



Ardından Aziz Nesin Sergisi’ni de gezdik.


Bunlar arkadaşımın kitapları ve dergisi. Futbol sever olduğu için Socrates’i gördüğü gibi aldı. Ortak kitaplarımızı aynı anda okumaya karar verdik.


Bunlar da benimkiler. Koyu bir Harry Potter sever olarak Ozan Beedle’ın Hikayeleri’ni okumak için bu kadar geç kalmak beni üzdü.


Kötü başlayan günü, güzel bitirdik. Umuyorum gelecek TÜYAP’lar vize haftama denk gelmez ve indirimi bol olur.

7 Kasım 2015 Cumartesi

Mim: Güne Nasıl Başlıyorum?


Severek okuduğum Kalem Fil’i beni mimlemiş. İlk mimim olması sevinciyle zıplayarak cevaplıyorum.

Bu soruyu erken uyandığım günler ve geç uyandığım günler diye ikiye ayırabiliriz.

Erken uyandığım günler, ki genelde hafta içi, mutsuz olarak kalkarım. Saat 6’dır ve uykumu alamamışımdır. Her sabah “Bu akşam daha erken yatacağım.” diye düşünürüm.

Kendimi yataktan kazıyıp, el-yüz yıkama, diş fırçalama seansıma başlarım. Ardından kahvaltı. Yemek yerken uyuyabilme becerisine sahibim. Tekrar dişleri fırçalama.

Sonra giyinip, çantamı hazırlarım. Yatağımı toplarım ki bence yatak toplama işlemi gereksiz bir işlem. Yine de geç kalmadığım sürece toplamaya özen gösteririm.

Evden çıktığımda, uyuyarak adeta zombi gibi tramvaya doğru yürürüm. Tramvaydaki her kişi, benim için kırmızı hedeftir. Okulun da tramvaydan pek bir farkı yok tabii.

Geç uyandığım günlere gelecek olursak, aslında bu günlere, uykumu aldığım günler diyebiliriz. Mutluluk abidesi olarak kalkmam ama bir derece daha moralli olurum. Yatakta kitap okurum, uzun uzun kahvaltımı ederim.

Mutluluk abidesi olarak uyandığım günlerde ise, genelde gece kar yağmış olur ve ben kalktığımda her yeri bembeyaz bulurum. Rektörümüz de güzel uyanmış ve belki de okulum tatil olmuştur kim bilir?


Yağsın hadi!!



ve isteyen herkes...